Küresel ısınma, Dünya atmosferindeki karbondioksit, metan gibi "sera gazları"nın artması sonucu gezegenin ortalama sıcaklığının yükselmesidir. Bu gazlar, tıpkı bir seranın camları gibi, Güneş'ten gelen ısının bir kısmının atmosferde hapsolmasına neden olur. Bu "sera etkisi" doğal bir süreçtir ve Dünya'nın yaşanabilir sıcaklıkta kalmasını sağlar. Ancak Sanayi Devrimi'nden bu yana, insanlar kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtları büyük miktarlarda yakarak atmosfere fazladan sera gazı salmaktadır. Ormanların yok edilmesi de, havadaki karbondioksiti emen ağaçların azalması nedeniyle bu etkiyi artırmaktadır. Bu durum, doğal sera etkisini tehlikeli bir şekilde güçlendirerek gezegenin normalden daha fazla ısınmasına yol açmaktadır. Bu ısınma, sadece sıcaklık artışı değil, aynı zamanda aşırı hava olayları, kuraklık ve buzulların erimesi gibi ciddi iklim değişikliklerini de tetiklemektedir.
Bu parçaya göre, sera etkisinin kendisi neden bir sorun değildir, ancak günümüzde neden bir sorun haline gelmiştir?
Asit yağmurları, fosil yakıtların (kömür, petrol) yakılması sonucu atmosfere salınan kükürt dioksit (SO₂) ve azot oksit (NOx) gibi gazların, havadaki su buharı ile tepkimeye girerek sülfürik asit ve nitrik asit oluşturmasıyla meydana gelir. Bu asitler, yağmur, kar veya sis ile yeryüzüne iner. Asit yağmurları, çevre üzerinde çok yıkıcı etkilere sahiptir. Göllerin ve nehirlerin suyunu asitlendirerek balıkların ve diğer su canlılarının ölümüne neden olur. Ormanlardaki ağaçların yapraklarına ve köklerine zarar vererek onların kurumasına yol açar. Ayrıca, tarihi binalar, heykeller ve köprüler gibi, özellikle mermer veya kireçtaşından yapılmış yapılarla kimyasal tepkimeye girerek onların aşınmasına ve yıpranmasına neden olur. Bu sorunun çözümü, fosil yakıt kullanımını azaltmak ve fabrikalara bu zararlı gazları tutan filtre sistemleri takmaktır.
Bir tarihi eserin zamanla aşındığı ve detaylarını kaybettiği gözlemleniyor. Bu durum, parçada anlatılan hangi çevre sorununun bir sonucu olabilir?
Biyoçeşitlilik, bir bölgedeki canlı türlerinin, bu türlerin genetik farklılıklarının ve içinde yaşadıkları ekosistemlerin zenginliğini ifade eder. Bir ormandaki ağaç türleri, o ormanda yaşayan hayvanlar, böcekler ve mikroorganizmalar biyoçeşitliliğin bir parçasıdır. Biyoçeşitlilik, gezegenimizin sağlığı için hayati öneme sahiptir. Farklı türler, ekosistemlerin dengede kalmasını sağlar; örneğin, bitkiler oksijen üretir, arılar tozlaşmayı sağlar, ayrıştırıcılar ise ölü organizmaları parçalayarak besin döngüsünü devam ettirir. Ancak, ormanların yok edilmesi, kirlilik, iklim değişikliği ve aşırı avlanma gibi insan faaliyetleri nedeniyle biyoçeşitlilik hızla azalmaktadır. Bir türün yok olması, sadece o türün kaybı değil, aynı zamanda besin zincirinde ve ekosistem dengesinde onarılması zor bozulmalara yol açan bir zincirleme reaksiyonu tetikleyebilir.
Bu parçaya göre, bir bölgedeki arı nüfusunun tamamen yok olması neden büyük bir çevre sorunu olarak kabul edilir?
Ozon tabakası, atmosferin üst katmanlarında (stratosfer) bulunan ve gezegenimizi Güneş'ten gelen zararlı ultraviyole (UV) ışınlarının büyük bir kısmından koruyan doğal bir kalkan gibidir. Ancak 20. yüzyılda, özellikle buzdolaplarında, klimalarda ve sprey kutularında kullanılan "kloroflorokarbon" (CFC) adlı kimyasalların atmosfere salınmasıyla bu tabaka incelmeye başlamıştır. Atmosfere yükselen bu gazlar, ozon moleküllerini parçalayarak ozon tabakasında delikler oluşmasına neden olmuştur. Ozon tabakasının incelmesi, yeryüzüne daha fazla UV ışınının ulaşması anlamına gelir. Bu durum, insanlarda cilt kanseri ve katarakt gibi sağlık sorunlarının artmasına, bitkilerin zarar görmesine ve okyanuslardaki planktonların ölmesine yol açabilir. Bu tehlike karşısında, 1987'de imzalanan Montreal Protokolü ile CFC'lerin üretimi ve kullanımı dünya çapında yasaklanmış ve ozon tabakası yavaş yavaş kendini onarmaya başlamıştır.
Bu parçadan hareketle Montreal Protokolü'nün temel amacı nedir?
Yenilenebilir enerji kaynakları, kullanıldıkça tükenmeyen ve doğa tarafından sürekli olarak kendini yenileyen enerji kaynaklarıdır. Güneş, rüzgâr, su (hidroelektrik), jeotermal (yer ısısı) ve biyokütle (bitkisel ve hayvansal atıklar) en önemli yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. Fosil yakıtların (kömür, petrol) aksine, bu kaynaklar genellikle çevreye çok daha az zarar verirler. Örneğin, güneş panelleri veya rüzgâr türbinleri elektrik üretirken atmosfere zararlı sera gazları salmazlar. Bu nedenle, küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadelede yenilenebilir enerjiye geçiş, en önemli çözüm yollarından biri olarak görülmektedir. Ayrıca, bu kaynaklar yerli ve milli olduğu için, enerjide dışa bağımlılığı azaltarak ülkelerin enerji güvenliğine de katkıda bulunurlar.
Bu parçaya göre, yenilenebilir enerji kaynaklarının fosil yakıtlara göre en önemli çevresel üstünlüğü nedir?
"Sürdürülebilirlik" kavramı, en genel tanımıyla, bugünün ihtiyaçlarını karşılarken, gelecek nesillerin de kendi ihtiyaçlarını karşılama yeteneğinden ödün vermemektir. Bu kavram üç temel boyutu içerir: çevresel, ekonomik ve sosyal. Çevresel sürdürülebilirlik, doğal kaynakları tüketmeden, ekosistemlere ve biyoçeşitliliğe zarar vermeden kalkınmayı hedefler. Ekonomik sürdürülebilirlik, kaynakları verimli kullanarak uzun vadeli ve istikrarlı bir refah sağlamayı amaçlar. Sosyal sürdürülebilirlik ise, toplumdaki tüm bireyler için eşit fırsatlar, adalet ve yaşam kalitesi sunmayı gerektirir. Bu üç boyut birbiriyle sıkı bir ilişki içindedir. Örneğin, sadece ekonomik büyümeye odaklanıp çevreyi yok sayan bir model, uzun vadede sürdürülebilir değildir, çünkü doğal kaynaklar tükendiğinde ekonomik sistem de çöker. Gerçek sürdürülebilirlik, bu üç alan arasında bir denge kurmayı gerektirir.
Bu parçaya göre, sadece bugünkü ekonomik kârı düşünerek bir ormanı tamamen kesmek, sürdürülebilirlik ilkesinin hangi boyutunu veya boyutlarını ihlal eder?
Atık yönetimi, çöplerin toplanması, taşınması, işlenmesi ve bertaraf edilmesi süreçlerini içerir. Modern atık yönetimi anlayışı, "atık hiyerarşisi" adı verilen bir öncelik sırasına dayanır. Bu hiyerarşinin en tepesinde ve en çok tercih edilen yöntemi "Önleme/Azaltma" yer alır. Yani, en iyi çözüm, çöpü hiç oluşturmamaktır. İkinci sırada "Yeniden Kullanım" gelir; bir eşyayı atmak yerine tamir ederek veya farklı bir amaçla tekrar kullanmaktır. Üçüncü sırada "Geri Dönüşüm" bulunur; atık malzemelerin işlenerek yeni ürünlere dönüştürülmesidir. Dördüncü sırada "Enerji Geri Kazanımı" vardır; geri dönüştürülemeyen atıkların yakılarak enerji elde edilmesidir. Hiyerarşinin en altında ve en son çare olarak görülen yöntem ise "Bertaraf"tır. Bu, atıkların düzenli depolama sahalarına (çöp dağlarına) gömülmesidir. Amaç, en üst basamaktan başlayarak mümkün olduğunca az atığı en alt basamağa bırakmaktır.
Bu parçaya göre, boş bir cam kavanozu atmak yerine içine reçel koymak, atık hiyerarşisinin hangi basamağına bir örnektir?
Işık kirliliği, yanlış yerde, yanlış miktarda ve yanlış yönde kullanılan yapay ışığın neden olduğu bir çevre sorunudur. Özellikle büyük şehirlerdeki binalardan, sokak lambalarından ve reklamlardan yayılan aşırı ışık, gece gökyüzünün doğal karanlığını bozar. Bu durumun birçok olumsuz etkisi vardır. Gökbilimciler için, şehir ışıkları gökyüzünün parlaklığını artırarak yıldızların ve diğer gök cisimlerinin gözlemlenmesini neredeyse imkânsız hale getirir. Doğal yaşam üzerinde de ciddi etkileri vardır; deniz kaplumbağası yavruları, yumurtadan çıktıklarında denizin üzerindeki ay ışığı yerine şehir ışıklarına yönelerek yollarını kaybedebilirler. Göçmen kuşlar, binaların ışıkları nedeniyle yönlerini şaşırabilirler. Ayrıca, gereksiz aydınlatma, büyük miktarda enerjinin boşa harcanması anlamına gelir.
Bu parçada ışık kirliliğinin hangi sonucu üzerinde durulmamıştır?
Çölleşme, kurak ve yarı kurak bölgelerdeki arazinin, iklim değişiklikleri ve yanlış arazi kullanımı gibi insan faaliyetleri sonucunda verimini kaybederek çöl benzeri bir yapıya dönüşmesidir. Bu, sadece yeni çöllerin oluşması anlamına gelmez, aynı zamanda mevcut tarım ve mera alanlarının da verimsizleşmesidir. Çölleşmenin en önemli nedenlerinden biri, iklim değişikliğine bağlı olarak artan kuraklık ve azalan yağışlardır. Ancak insan faaliyetleri bu süreci büyük ölçüde hızlandırır. Aşırı otlatma, bitki örtüsünü yok ederek toprağı savunmasız bırakır. Yanlış sulama teknikleri, toprağın tuzlanmasına neden olur. Ormanların yok edilmesi ise toprağı erozyona açık hale getirir. Çölleşme, tarımsal üretimin düşmesine, kıtlığa, yoksulluğa ve insanların verimli topraklara doğru göç etmesine neden olan ciddi bir küresel sorundur.
Aşağıdakilerden hangisi, parçada belirtilen çölleşmeyi hızlandıran insan faaliyetlerinden biridir?
"Ekolojik ayak izi", bir bireyin, bir topluluğun veya bir faaliyetin, doğadan talep ettiği kaynakları ve ürettiği atıkları barındırmak için gereken biyolojik olarak verimli toprak ve su alanının bir ölçüsüdür. Kısacası, gezegen üzerinde ne kadar "yer" kapladığımızı gösterir. Ekolojik ayak izimiz, yediğimiz yiyeceklerden giydiğimiz kıyafetlere, ulaşım için kullandığımız araçlardan tükettiğimiz enerjiye kadar tüm tüketim alışkanlıklarımızdan etkilenir. Eğer bir toplumun ekolojik ayak izi, o ülkenin biyolojik kapasitesini (yani yenilenebilir kaynaklarını üretme kapasitesini) aşıyorsa, o toplum "ekolojik borçlanma" içindedir. Bu, gelecek nesillerin kaynaklarını bugünden tükettiğimiz ve doğal sermayemizi yok ettiğimiz anlamına gelir. Günümüzde insanlığın toplam ekolojik ayak izi, Dünya'nın kendini yenileme kapasitesini aşmış durumdadır. Bu durumu tersine çevirmek için daha sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsememiz gerekmektedir.
Bu parçaya göre aşağıdakilerden hangisi bir bireyin ekolojik ayak izini küçültmesine yardımcı olur?
Ötrofikasyon, özellikle göl ve yavaş akan nehirler gibi su kütlelerinde, azot ve fosfor gibi besin maddelerinin aşırı artması sonucu ortaya çıkan bir çevre sorunudur. Bu besin artışının temel kaynağı, tarımda kullanılan gübrelerin ve arıtılmamış evsel atık suların (kanalizasyon) su kaynaklarına karışmasıdır. Sudaki bu aşırı besin, "alg" adı verilen mikroskobik bitkilerin kontrolsüz bir şekilde çoğalmasına ("alg patlaması") neden olur. Suyun yüzeyi yemyeşil bir tabakayla kaplanır. Bu alg tabakası, güneş ışığının suyun alt katmanlarına ulaşmasını engeller ve dipteki bitkilerin ölmesine yol açar. Daha da önemlisi, bu algler öldüğünde, onları ayrıştıran mikroorganizmalar sudaki çözünmüş oksijenin büyük bir kısmını tüketir. Oksijen seviyesinin kritik düzeyde azalması, balıkların ve diğer su canlılarının kitlesel olarak ölümüne ve ekosistemin çökmesine neden olur.
Bu parçaya göre, ötrofikasyon sürecinde balık ölümlerine yol açan ana olay nedir?
Biyolojik birikim, DDT gibi tarım ilaçları veya cıva gibi ağır metaller gibi, doğada kolayca parçalanamayan ve canlıların vücudunda biriken zehirli (toksik) maddelerin, besin zincirinin alt basamaklarından üst basamaklarına doğru gidildikçe artan konsantrasyonlarda birikmesi olayıdır. Örneğin, suya karışan çok düşük miktardaki bir zehirli madde, önce sudaki planktonlar tarafından alınır. Bu planktonları yiyen küçük balıkların vücudunda bu madde birikir. Daha sonra, bu küçük balıklardan çok sayıda yiyen büyük bir balığın vücudundaki zehirli madde konsantrasyonu çok daha yüksek bir seviyeye ulaşır. En sonunda, bu büyük balığı yiyen bir kartal veya insanın vücudunda ise zehir, ölümcül olabilecek seviyelere kadar birikebilir. Bu nedenle, çevreye salınan küçük miktardaki bir kirletici bile, besin zincirinin en tepesindeki canlılar için büyük bir tehdit oluşturabilir.
Bu parçada anlatılan biyolojik birikim sürecine göre, aşağıdaki canlıların hangisinde zehirli madde konsantrasyonunun en yüksek olması beklenir?
"Döngüsel ekonomi", geleneksel "al-yap-at" modeline dayalı doğrusal ekonomiye bir alternatif olarak ortaya çıkmış bir üretim ve tüketim modelidir. Doğrusal ekonomide, doğal kaynaklar alınır, ürünlere dönüştürülür ve kullanıldıktan sonra atık olarak çevreye bırakılır. Döngüsel ekonomi ise, doğadaki döngüleri taklit ederek atık kavramını ortadan kaldırmayı hedefler. Bu modele göre, ürünler en başından itibaren dayanıklı, tamir edilebilir, yeniden kullanılabilir ve en sonunda geri dönüştürülebilir şekilde tasarlanmalıdır. Bir ürünün ömrü bittiğinde, onun malzemeleri atık olmak yerine, yeni ürünler için bir kaynak haline gelir. Bu yaklaşım, sadece atık ve kirliliği azaltmakla kalmaz, aynı zamanda sınırlı olan doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı da azaltır ve yeni iş alanları yaratır. Amaç, kaynakları mümkün olduğunca uzun süre ekonomi içinde tutmak ve onlardan en yüksek değeri elde etmektir.
Bu parçaya göre döngüsel ekonominin doğrusal ekonomiden temel farkı nedir?
Karbon ayak izi, bir bireyin, bir ürünün veya bir faaliyetin, atmosfere saldığı toplam sera gazı miktarının karbondioksit (CO₂) eşdeğeri cinsinden ölçüsüdür. Bu iz, iki ana bileşenden oluşur: birincil (doğrudan) ve ikincil (dolaylı) ayak izi. Birincil ayak izi, fosil yakıtların doğrudan yakılması sonucu ortaya çıkan emisyonlardır. Örneğin, arabamızda yaktığımız benzin veya evimizi ısıtmak için kullandığımız doğal gaz, birincil ayak izimizi oluşturur. İkincil ayak izi ise, kullandığımız ürünlerin üretiminden tüketimine kadar olan tüm yaşam döngüsü boyunca ortaya çıkan dolaylı emisyonlardır. Satın aldığımız bir tişörtün pamuğunun tarlada üretilmesi, fabrikada işlenmesi, mağazaya taşınması ve bizim onu yıkamak için kullandığımız elektrik, hep ikincil ayak izimizin birer parçasıdır. Bu nedenle, karbon ayak izimizi azaltmak için sadece doğrudan enerji tüketimimizi değil, aynı zamanda dolaylı olarak sorumlu olduğumuz tüketim alışkanlıklarımızı da gözden geçirmemiz gerekir.
Bu parçaya göre, yerli üretim bir elma yemek yerine, uçakla başka bir ülkeden getirilmiş bir tropikal meyveyi yemenin karbon ayak izine etkisi ne olur ve bu hangi tür ayak izine girer?
"Yeşil Devrim", 1950'ler ve 1960'larda, dünya nüfusunun hızla arttığı bir dönemde, küresel bir açlık krizini önlemek amacıyla tarımsal üretimi artırmaya yönelik bir dizi teknolojik girişimi ifade eder. Bu devrimin temelinde, yüksek verimli buğday ve pirinç gibi tahıl çeşitlerinin geliştirilmesi, kimyasal gübrelerin ve pestisitlerin (tarım ilaçları) yaygın olarak kullanılması ve modern sulama tekniklerinin benimsenmesi yatar. Bu yenilikler sayesinde, özellikle Hindistan ve Meksika gibi ülkelerde tarımsal üretimde muazzam bir artış sağlanmış ve milyarlarca insanın açlıktan kurtulduğu tahmin edilmektedir. Ancak Yeşil Devrim, getirdiği faydaların yanı sıra önemli eleştirilere de maruz kalmıştır. Kimyasal gübre ve pestisitlerin aşırı kullanımı, toprak ve su kirliliğine, biyoçeşitliliğin azalmasına yol açmıştır. Ayrıca, bu yeni teknolojiler küçük çiftçiler için pahalı olduğundan, zengin ve fakir çiftçiler arasındaki gelir eşitsizliğini artırdığı da savunulmaktadır.
Bu parçaya göre, Yeşil Devrim'in olumlu ve olumsuz sonuçları sırasıyla aşağıdakilerden hangisidir?
Kyoto Protokolü, 1997 yılında Japonya'nın Kyoto şehrinde imzalanan ve küresel ısınma ile iklim değişikliğiyle mücadele etmeyi amaçlayan uluslararası bir antlaşmadır. Protokolün temel amacı, atmosfere salınan sera gazı emisyonlarını (özellikle sanayileşmiş ülkelerin emisyonlarını) belirli bir seviyeye indirmektir. Protokol, bu hedefe ulaşmak için ülkelere çeşitli esneklik mekanizmaları sunmuştur. Bunlardan en bilineni "emisyon ticareti" veya "karbon ticareti"dir. Bu sisteme göre, her ülkeye belirli bir miktarda sera gazı salma hakkı (karbon kotası) verilir. Emisyonlarını bu kotanın altına düşürmeyi başaran bir ülke, kullanmadığı emisyon hakkını, kendi kotasını aşan başka bir ülkeye satabilir. Bu durum, emisyon azaltımını ekonomik olarak daha az maliyetli hale getirmeyi ve ülkeleri daha temiz teknolojilere yatırım yapmaya teşvik etmeyi amaçlar.
Bu parçaya göre Kyoto Protokolü'ndeki "karbon ticareti" mekanizmasının temel mantığı nedir?
Su ayak izi, bir bireyin, bir toplumun veya bir ürünün tükettiği toplam tatlı su miktarını ölçen bir kavramdır. Bu ölçüm, sadece doğrudan içtiğimiz veya kullandığımız suyu (musluk suyu gibi) değil, aynı zamanda tükettiğimiz ürünlerin ve hizmetlerin üretim sürecinde "gizlenen" dolaylı su tüketimini de içerir. Su ayak izi üç bileşenden oluşur: Mavi su ayak izi (nehir, göl ve yeraltı sularından çekilen su), yeşil su ayak izi (bitkilerin kullandığı yağmur suyu) ve gri su ayak izi (üretim sürecinde kirlenen suyun, mevcut su kalitesi standartlarına göre seyreltilmesi için gereken tatlı su miktarı). Örneğin, bir fincan kahvenin su ayak izi yaklaşık 140 litredir. Bu, sadece fincandaki suyu değil, kahve çekirdeğinin tarlada yetiştirilmesi, işlenmesi, taşınması ve paketlenmesi için gereken toplam su miktarını ifade eder. Bu kavram, su kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi için tüketim alışkanlıklarımızın arkasındaki gizli su maliyetini anlamamızı sağlar.
Bir fabrikanın üretim sürecinde kullandığı suyu arıtmadan nehre boşaltması, parçada tanımlanan hangi su ayak izi bileşenini artırır?
"Tragedy of the Commons" (Ortakların Trajedisi), 1968'de Garrett Hardin tarafından ortaya atılan ve paylaşılan, sınırlı bir kaynağın, bireylerin kendi kişisel çıkarlarını rasyonel olarak takip etmeleri sonucunda nasıl tükenebileceğini anlatan bir teoridir. Herkesin serbestçe otlatabildiği bir köy merası düşünün. Her bir çoban için, meraya bir hayvan daha eklemek kişisel olarak kazançlıdır (daha fazla süt, yün vb.). O tek bir hayvanın mera üzerindeki olumsuz etkisi ise tüm çobanlar arasında paylaşıldığı için çok küçük ve önemsiz görünür. Ancak, her bir çoban aynı mantıkla hareket ettiğinde, meradaki toplam hayvan sayısı meranın kendini yenileme kapasitesini aşar, otlar tükenir ve sonunda mera tamamen yok olarak tüm çobanlar zararlı çıkar. Bu durum, bireysel rasyonelliğin, kolektif bir felakete yol açabileceğini gösterir. Atmosferin kirletilmesi, okyanuslardaki aşırı avlanma gibi birçok küresel çevre sorunu, bu teorinin birer yansımasıdır.
Bu parçaya göre, "Ortakların Trajedisi"nin yaşanmasının temel nedeni nedir?
İstilacı türler, doğal yaşam alanı dışındaki bir ekosisteme, genellikle insan faaliyetleri (ticaret, seyahat vb.) aracılığıyla giren ve burada hızla yayılarak yerel biyoçeşitliliğe, ekonomiye veya insan sağlığına zarar veren türlerdir. Yeni girdikleri ortamda, kendilerini kontrol altında tutacak doğal düşmanları (avcılar, parazitler) veya rakipleri bulunmadığı için, yerel türlere göre büyük bir avantaj elde ederler. Kaynaklar (besin, yaşam alanı) için yerel türlerle rekabet eder, onları avlar veya onlara hastalık bulaştırırlar. Örneğin, Avustralya'ya getirilen tavşanlar, doğal düşmanları olmadığı için kontrolsüz bir şekilde çoğalarak yerel bitki örtüsüne büyük zarar vermişlerdir. İstilacı türler, biyoçeşitlilik kaybının en önemli nedenlerinden biridir ve bir ekosistemin dengesini tamamen altüst etme potansiyeline sahiptirler.
Bu parçaya göre, bir türün girdiği yeni bir ortamda "istilacı" hale gelmesinin temel sebebi nedir?
Biyo-yakıtlar, mısır, şeker kamışı, soya fasulyesi gibi bitkisel kaynaklardan veya hayvansal atıklardan üretilen yakıtlardır. Petrol gibi fosil yakıtlara bir alternatif olarak sunulurlar ve yenilenebilir bir enerji kaynağı olarak kabul edilirler. Teoride, bu yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan karbondioksit, bitkilerin büyümesi sırasında atmosferden aldıkları karbondioksit miktarına eşit olduğu için "karbon nötr" oldukları varsayılır. Ancak bu durum, pratikte oldukça tartışmalıdır. Biyo-yakıt üretimi için geniş tarım arazilerinin kullanılması, gıda üretimi için kullanılması gereken toprakların ve su kaynaklarının yakıt üretimine ayrılmasına neden olur. Bu durum, gıda fiyatlarının artmasına ve gıda güvenliği sorunlarına yol açabilir. Ayrıca, bu tarım alanlarını açmak için ormanların yok edilmesi ve üretim sürecinde kullanılan gübre ve enerji, biyo-yakıtların çevresel faydasını önemli ölçüde azaltabilir. Bu nedenle, biyo-yakıtların gerçekten "çevre dostu" bir çözüm olup olmadığı hala bir tartışma konusudur.
Bu parçada, biyo-yakıtların "çevre dostu" bir çözüm olarak görülmesine yönelik ortaya konulan en önemli eleştiri nedir?
Antroposen, bazı bilim insanları tarafından, insan faaliyetlerinin Dünya'nın jeolojisi ve ekosistemleri üzerinde belirgin ve kalıcı bir etki bırakmaya başladığı yeni bir jeolojik çağ olarak önerilen bir kavramdır. Geleneksel olarak, son 11.700 yıldır içinde yaşadığımız jeolojik çağ "Holosen" olarak adlandırılır. Antroposen'i savunanlara göre ise, özellikle Sanayi Devrimi'nden bu yana, insanlık o kadar büyük bir jeolojik güç haline gelmiştir ki, artık yeni bir çağa girilmiştir. Atmosferdeki karbondioksit oranındaki artış, plastik kirliliği, betonlaşma, nükleer denemelerden kalan radyoaktif izotoplar ve türlerin kitlesel yok oluşu, gelecekteki jeolojik katmanlarda belirgin bir "insan izi" bırakacaktır. Bu kavram, henüz resmi olarak kabul edilmemiş olsa da, insanın gezegen üzerindeki derin ve geri döndürülemez etkisini vurgulamak için güçlü bir sembol haline gelmiştir.
Bu parçaya göre, "Antroposen" çağını "Holosen" çağından ayıran temel iddia nedir?
Paris İklim Anlaşması, 2015 yılında imzalanan ve küresel ısınmayla mücadelede bir dönüm noktası olarak kabul edilen uluslararası bir çerçeve antlaşmasıdır. Antlaşmanın temel ve uzun vadeli hedefi, küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelere göre "2°C'nin oldukça altında" tutmak ve bu artışı "1.5°C ile sınırlandırma çabalarını sürdürmek"tir. Kyoto Protokolü'nden farklı olarak, Paris Anlaşması sadece gelişmiş ülkeler için değil, gelişmekte olan ülkeler de dahil olmak üzere tüm taraf ülkeler için emisyon azaltım hedefleri belirlemelerini öngörür. Ancak bu hedefler, ülkeler tarafından "Ulusal Katkı Beyanları" (NDC) ile gönüllülük esasına göre belirlenir ve yasal olarak bağlayıcı değildir. Antlaşmanın başarısı, ülkelerin bu beyanlarını ne kadar ciddiye alacaklarına ve zamanla hedeflerini ne kadar sıkılaştıracaklarına bağlıdır.
Bu parçaya göre, Paris İklim Anlaşması'nı Kyoto Protokolü'nden ayıran en önemli özellik nedir?
Okyanus asitlenmesi, atmosferdeki karbondioksit (CO₂) miktarının artmasının, genellikle "küresel ısınmanın kötü ikizi" olarak adlandırılan, daha az bilinen ama aynı derecede tehlikeli bir sonucudur. İnsan faaliyetleriyle atmosfere salınan CO₂'nin yaklaşık dörtte biri okyanuslar tarafından emilir. CO₂, deniz suyuyla birleştiğinde karbonik asit (H₂CO₃) oluşturur. Bu durum, okyanus suyunun pH değerini düşürerek onu daha asidik hale getirir. Sanayi Devrimi'nden bu yana okyanusların yüzey sularının asitliği yaklaşık %30 artmıştır. Bu asitlenme, kabuk veya iskelet oluşturmak için sudaki kalsiyum karbonat minerallerine ihtiyaç duyan deniz canlıları için büyük bir tehdittir. Mercanlar, istiridyeler, midyeler ve bazı plankton türleri bu durumdan en çok etkilenen canlılardır. Bu canlıların yok olması, tüm deniz besin ağının ve ekosisteminin çökmesine yol açabilir.
Bu parçaya göre, okyanus asitlenmesinin mercan ve istiridye gibi canlılar için büyük bir tehdit oluşturmasının temel nedeni nedir?
"Çevresel Adalet" (Environmental Justice), çevreyle ilgili faydaların (temiz hava, yeşil alanlar gibi) ve yüklerin (kirlilik, atık tesisleri gibi) toplumun farklı kesimleri arasında adil bir şekilde dağıtılması gerektiğini savunan bir harekettir. Araştırmalar, dünya genelinde, tehlikeli atık tesislerinin, kirletici fabrikaların ve otoyolların, genellikle düşük gelirli ve azınlıkların yaşadığı mahallelere daha yakın konumlandırıldığını göstermektedir. Bu durum, bu toplulukların, diğerlerine göre daha fazla hava ve su kirliliğine maruz kalmasına, astım gibi solunum yolu hastalıklarının ve diğer sağlık sorunlarının bu bölgelerde daha yaygın olmasına neden olmaktadır. Çevresel adalet hareketi, çevre politikaları oluşturulurken, bu kararların tüm toplumsal grupları nasıl etkileyeceğinin göz önünde bulundurulmasını ve hiç kimsenin, ırkı veya ekonomik durumu nedeniyle, orantısız bir şekilde çevresel zararlara maruz bırakılmamasını talep eder.
Bu parçada "çevresel adaletsizlik" olarak tanımlanan temel durum nedir?
İklim değişikliğiyle mücadelede, negatif emisyon teknolojileri, yani atmosferden karbondioksiti aktif olarak uzaklaştıran yöntemler, giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Bunlardan biri de "BECCS" (Bio-energy with carbon capture and storage - Karbon yakalama ve depolamalı biyo-enerji) teknolojisidir. Bu sistemin mantığı şöyledir: Öncelikle, enerji üretmek amacıyla biyokütle (ağaç, özel yetiştirilmiş bitkiler vb.) yakılır. Bitkiler büyürken fotosentez yoluyla atmosferden CO₂ emdiği için, bu yakma işlemi teorik olarak karbon nötr kabul edilir. Ancak BECCS'te, yakma işlemi sırasında ortaya çıkan CO₂ atmosfere salınmaz. Bunun yerine, özel bir teknolojiyle bacadan yakalanır, sıkıştırılır ve yer altındaki derin jeolojik formasyonlara (eski petrol yatakları gibi) kalıcı olarak depolanmak üzere pompalanır. Bu sayede, bitkilerin atmosferden aldığı CO₂, tekrar atmosfere dönmek yerine yer altına hapsedilmiş olur. Bu süreç, net olarak atmosferden karbondioksit çekilmesi anlamına gelir.
Bu parçaya göre, BECCS teknolojisinin "negatif emisyon" sağlamasının temel nedeni nedir?
Permafrost, kutup bölgelerinde ve yüksek dağlarda yıl boyunca donmuş halde bulunan toprak, kaya ve buz karışımıdır. Bu donmuş toprak katmanları, binlerce yıldır büyük miktarlarda organik madde (ölü bitki ve hayvan kalıntıları) ve bu maddelerin ayrışmasıyla oluşan metan (CH₄) ve karbondioksit (CO₂) gibi sera gazlarını hapsetmektedir. Küresel ısınma nedeniyle kutup bölgeleri dünyanın geri kalanından daha hızlı ısınmakta ve bu da permafrostun çözülmesine neden olmaktadır. Permafrost çözüldüğünde, içindeki organik maddeler mikroorganizmalar tarafından ayrıştırılmaya başlar ve bu süreçte atmosfere büyük miktarlarda metan ve karbondioksit salınır. Metan, karbondioksitten çok daha güçlü bir sera gazıdır. Bu durum, bir "pozitif geri besleme döngüsü" (positive feedback loop) yaratır: ısınma permafrostu çözer, çözülen permafrost daha fazla sera gazı salar, bu gazlar da ısınmayı daha da hızlandırır. Bu, iklim değişikliğinin en tehlikeli "kırılma noktalarından" biri olarak kabul edilir.
Bu parçada "pozitif geri besleme döngüsü" olarak tanımlanan süreç nedir?
"Gıda egemenliği", tüm insanların ve toplulukların, kendi gıda ve tarım sistemlerini kültürel ve ekolojik olarak uygun yöntemlerle, dış şirketlerin veya piyasa baskılarının dayatmaları olmadan, kendilerinin belirleme hakkı olduğunu savunan bir kavramdır. Bu kavram, genellikle "gıda güvenliği" ile karıştırılır. Gıda güvenliği, tüm insanların yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik olarak erişebilmesini ifade eder; ancak bu gıdanın nereden ve nasıl üretildiğiyle ilgilenmez. Gıda egemenliği ise, gıda üzerindeki kontrolün kimde olduğu sorusunu merkeze alır. Sadece açlığın değil, aynı zamanda gıda üretiminin de bir sorun olduğunu savunur. Yerel çiftçilerin desteklenmesini, GDO'lu tohumlar ve pestisitler yerine ekolojik tarım yöntemlerinin benimsenmesini, gıda üretiminin birkaç büyük ulusötesi şirketin tekeline girmesine karşı çıkılmasını talep eder. Amaç, sadece insanları doyurmak değil, aynı zamanda adil, sağlıklı ve sürdürülebilir bir gıda sistemi kurmaktır.
Bu parçaya göre gıda egemenliğini gıda güvenliğinden ayıran en temel fark nedir?
"Yeşil badana" (Greenwashing), bir şirketin veya kurumun, çevresel olarak sorumlu ve sürdürülebilir olduğu konusunda halkı yanıltmak için yaptığı pazarlama ve halkla ilişkiler faaliyetleridir. Bu taktikte, şirketler gerçekte çevreye zarar veren uygulamalarını değiştirmek yerine, sadece reklamlarında, ambalajlarında veya kurumsal iletişimlerinde "yeşil", "doğa dostu", "sürdürülebilir" gibi ifadeler kullanarak kendilerine çevreci bir imaj yaratmaya çalışırlar. Örneğin, çok fazla su kirleten bir tekstil firmasının, sadece küçük bir ürün serisini "organik pamuktan" üreterek tüm markasını "çevre dostu" olarak pazarlaması bir yeşil badana örneğidir. Benzer şekilde, bir petrol şirketinin, ana faaliyeti fosil yakıtlar olmasına rağmen, sadece küçük bir güneş enerjisi projesine yaptığı yatırımı büyük reklamlarla duyurması da bu kapsama girer. Amaç, tüketicinin artan çevre duyarlılığını, gerçek bir değişiklik yapmadan, sadece bir imaj yaratarak kendi lehine kullanmaktır.
Aşağıdakilerden hangisi bu parçada anlatılan "yeşil badana" kavramına bir örnektir?
"Ekosistem hizmetleri", insanların doğal ekosistemlerden (ormanlar, sulak alanlar, okyanuslar vb.) elde ettiği, genellikle bedelsiz olarak kabul edilen ancak insan yaşamı ve refahı için hayati öneme sahip olan faydalardır. Bu hizmetler genellikle dört kategoride incelenir: Tedarik hizmetleri (içme suyu, gıda, odun, ilaç ham maddeleri gibi doğrudan elde ettiğimiz ürünler), düzenleme hizmetleri (iklimin düzenlenmesi, sel kontrolü, su arıtma, tozlaşma gibi ekosistemlerin sağladığı dengeleyici işlevler), kültürel hizmetler (doğanın sağladığı estetik, rekreasyonel ve manevi faydalar) ve destek hizmetleri (fotosentez, besin döngüsü gibi diğer tüm hizmetlerin temelini oluşturan süreçler). Bu hizmetlerin ekonomik değerini hesaplamak zor olsa da, yoklukları durumunda insanlığın karşılaşacağı maliyet devasadır. Örneğin, bir ormanın sağladığı sel kontrolü hizmeti yok olduğunda, şehirleri sellerden korumak için milyarlarca dolarlık setler inşa etmek gerekebilir.
Arıların tarım ürünlerini tozlaştırması, bu parçada tanımlanan hangi ekosistem hizmeti kategorisine girer?
"İklim mültecisi" veya "çevre göçmeni", henüz uluslararası hukukta resmi bir tanımı olmasa da, ani veya aşamalı çevresel değişiklikler nedeniyle (kuraklık, çölleşme, sel, deniz seviyesinin yükselmesi gibi) yaşadıkları yerleri kalıcı veya geçici olarak terk etmek zorunda kalan insanları tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Geleneksel mülteci tanımı, savaş veya siyasi zulümden kaçan insanları kapsar. Ancak iklim değişikliğinin etkileri arttıkça, milyonlarca insanın tarım arazilerinin verimsizleşmesi, su kaynaklarının kuruması veya yaşadıkları kıyı bölgelerinin sular altında kalması gibi nedenlerle göç etmek zorunda kalacağı öngörülmektedir. Bu durum, 21. yüzyılın en büyük insani ve siyasi krizlerinden birini yaratma potansiyeline sahiptir. Bu insanların statüsünün ne olacağı, hangi ülkelerin onlara kapılarını açacağı ve uluslararası toplumun bu yeni göç dalgasına nasıl yanıt vereceği, günümüzün en önemli tartışma konularından biridir.
Bu parçaya göre, "iklim mültecisi" kavramını geleneksel mülteci kavramından ayıran temel fark nedir?